“Lost” ve “Alias” gibi bağımlılık yaratan TV dizilerinin yaratıcısı, “Görevimiz Tehlike 3” ve “Star Trek 11”in yönetmeni J.J. Abrams’ın yapımcılığını üstlendiği tüyler ürpertecek bir korku filmi: “Cloverfield”, Türkçe adıyla “Canavar”. Böylesine merak uyandıran bir projenin Türkçe adının “Canavar” olarak lanse edilmesi, hikayenin tüm sırrını açığa çıkarıyor ve ne yazık ki filmin çekiciliği azalıyor.
Başlangıçta filmin konusuna göz atacak olursak: Japonya’ya gitmeye hazırlanan Rob (Michael Stahl-David), arkadaşları için bir elveda partisi düzenler. Bu partiyi, o güne kadar dile getiremediği çözümlenmemiş duygularını itiraf etmek ve arkadaşlarına bağlılığını güçlendirmek için bir fırsat olarak görmektedir.
Ancak aniden meydana gelen bir sarsıntıyla parti yarım kalır. Deprem olduğunu sanan gençler, televizyonun başına toplanarak haberleri izlemeye başlarlar. Ardından da şehirdeki hasarı görmek için çatıya çıkarlar. O anda ufukta büyük bir ateştopu görülür ve elektrikler kesilir. Partiye katılan gençler kendilerini sokağa atarken büyük bir panik başlar.
Harabeye dönen New York sokakları, ne olduğu anlaşılamayan korkunç bir canavarın saldırısı altındadır. İnsan çığlıklarıyla dev bir canavarın homurtularının kol gezdiği sokaklarda Rob ve arkadaşları için artık kelimenin tam anlamıyla bir can pazarı vardır.
Yönetmen Matt Reeves filme, orijinal “Godzilla”dan ve sayısız devam filmlerinden farklı bir yaklaşım getirmek için, filmi kendi bakış açısından değil, canavar karşısında ezik ve çaresiz kalan insanların gözüyle çekmeyi uygun görmüş.
Reeves’in uyguladığı yaklaşım sonucu, filmde, izleyicinin basit bir kamera aracılığıyla karakterlerle sağlam bağlantı kurduğu, adrenalin yüklü ve heyecan dolu bir yolculuk yaşanıyor. Kullanılan bu teknik, izleyicinin kendisini karakterlere ve onların çevresinde olup bitenlere bırakmasına izin veriyor. Bu da son dönemlerin en favori görüntü yakalama stili olan, kişisel kamera kayıt cihazı aracılığıyla hayata geçiriliyor.
Filmin birçok sahnesine inanılmaz terör ve gerilim unsurları ekleyen bu tekniğin önemli bir özelliği de, kamerayı kullanan kişinin çekim yaparken birçok önemli noktayı ‘kaçırması’ ki, yakalayamadıkları arasında canavarın bazı görüntüleri de var. Gerçek amatör kamera veya belgesel çekimlerinde, görüntüye yansımayan bazı seslerin de duyulduğunu görüyoruz. Panik nedeniyle bazen kameranın kapandığı, sonra yeniden açıldığı, çevredeki seslerin de duyulduğu sahneler filmin heyecanını artırıyor.
“Cloverfield”in odak noktasında dev bir canavarın New York’u yerle bir etmesi ve olağanüstü bir krizin içine düşmüş bir grup insanın yaşadıkları var. Canavarımız aslında yeni doğmuş bir bebek. O yepyeni bir canavar. Kafası karışık, şaşkın, yolunu kaybetmiş, gergin ve sinirli. Bu filmde ortalığı birbirine katan canavar, aslında günümüzde yüz yüze geldiğimiz terör olaylarının bir tür yansıması ve metaforu olarak da değerlendirilebilir.
Büyük korkular içinde yaşadığımız bu dönemde, dev bir yaratığın New York’a saldırmasını en görkemli şekliyle anlatan Cloverfield’i sinema salonunun güvenli ortamında izlemek, çoğumuz için gerçeğe yakın bir kaygı duymamızı sağlayan, heyecanlı bir deneyim olacak.